Umre Notlarıyla başlayan ve geçen haftaki ‘sohbet' üzerine serdettiğimiz mülahazalarımız ile belli bir noktaya gelen değerlendirmelere, kaldığımız yerden devam etmek istiyorum. Zira bu husus netleşmedikçe inanan insanların, gerek siyasal platformda göstereceği tavrı ve gerekse imanî, amelî ve ahlâkî umdelerin hayata tatbikinde izleyeceği yol haritasının muallâklığı, daha da karmaşıklaşarak süre gidecektir.
Aslında bu hususlara çeşitli vesilelerle ve defaatle değinmiştim, fakat ürkekte olsa gelen bazı sorular, bu meseleye periyodik aralıklara dikkat çekmenin elzem olduğunu gösterdi.
Öteden beri, ısrarla ve ehemmiyetle, altını kalın çizgilerle çizdiğimiz bu husus, bazılarının iddia ettiği gibi inançta oluşan birtakım sapmaları meşrulaştırma gayreti değil, bilakis, Müslümanların İslâm Medeniyeti algısına yönelik olarak yapılan planlı ve sistematik saldırıları gözler önüne sermek ve inanan insanları bu saldırılardan belli ölçüde korumak çabasından ibarettir.
Meselenin özeti şudur: Batı emperyalizmi, yayılmacı ve sömürgeci emellerine, yaklaşık bin yıl boyunca mani olan İslâm medeniyeti ile bir hesaplaşma içerisindedir. Onlara göre İslâm, ‘batı uygarlığının' (!) insanlığı sömürme suretinde vücut bulan bu menfur maksadı, sahip olduğu değerler bütünü vesilesiyle engellemiş ve bu yüzden cezalandırılmayı hak etmiştir. Bu amaçla tezgâhlanan planlar, emperyalist yayılmacılığın önünü kesen değerlerin imhasıyla neticelenecek bir operasyonun kaçınılmazlığı üzerine kurulmuştur. Bunun için ilk olarak, psikolojik üstünlüğü sağlayacak ‘bilimsel' ve ‘teknolojik gelişmeler' silahları kullanılmış, ardından Müslümanların, sahip oldukları medeni değerler nedeniyle geri kaldığı yönündeki propagandaya başlanılmıştır.
Amaç bellidir artık!
Maddi anlamda yenilen Müslümanları, sahip oldukları inanç nedeniyle yenildiklerine inandırmak!
Zihinsel planda gerçekleştirilebilecek bu yenilgi kanaati, Müslümanların bir daha asla tarih sahnesine çıkamayacağı bir vasat sağlayacaktı! Bunun için Müslümanlar içerisinden kendi söylemlerini destekleyecek saygın (?) kişilikleri etkileme faaliyetine başlandı. (Bu hususta, Renan ve Efgani ilişkisinin mühim bir gösterge olduğunu hatırlatmakta sanırım fayda var).
İslâm medeniyetini oluşturan değerlerin önemli bir kısmının ‘hurafe' ve ‘bid'at' olduğu tezlerinin işlenmesi, işte ilk kez bu etkilenme dönemine rastlar. Yani batılıların, daha doğrusu gâvurların, İslâm'dan intikam alma operasyonunda saldırdıkları değerlere, kod adı ‘hurafe' ve ‘bid'at' olan argümanlarla içeriden destek sağlanma yoluna başvuruluyordu.
Öncelikle Kur'an'ın bilime ve akla aykırı olmadığı tezi savunuldu. Dikkat buyurun, Kur'an, bu söylemler ile bilimin ve aklın onayına sunuluyordu böylelikle...
Ardından daha kolay olan (akla ve mantığa uymadığı gerekçesiyle), ‘hadis' tasfiyesi başladı... Bundan sonrası tereyağından kıl çekercesine kolaylaşmıştı artık. Türbelerin şirk odağı, camii ve minarelerin bid'at, İslâm medeniyetinin ürettiği birçok sanatsal değerin ise hurafe suçlamasına muhatap kaldığı yoğun bir suçlama ve hatta yok etme süreci...
İşgaller ve batıya öykünen rejimler nedeniyle kapkaranlık bir cehaletin kucağına terk edilen Müslümanların hafızasından, tedrici olarak, medeniyet ve tarih siliniyordu bu operasyonlar eşliğinde...
Yeni bir devir başlatılıyor ve bu devirde ‘yenilikçi ve modernist' sıfatıyla kendini tanımlayan bir takım kimseler, rüşt ispatı sadedinde; ‘Evet, aslında biz, size benzemek istiyoruz... Ne yazık ki, geçmişimiz karanlık... Bize bu karanlıktan çıkmak için yardım edin.' şeklindeki yakarmalarla batıya ve batının şahsında bilimselliğe ve rasyonaliteye biatlarını sunuyorlardı.
Oysa kazın ayağı hiçte öyle değildi. Batılılar (bilime ve akla uymadığı gerekçesiyle), Müslümanların inançlarını aşağılarken, kendi dogmaları söz konusu olduğunda, en pespaye ritüelleri, rasyonaliteyi altüst edercesine ve fetişleştirme pahasına öne çıkarmaktan imtina etmiyorlardı.
Örnek mi?
Saray Bosna'ya, Mostar'a, Üsküp'e, Kalkandelen'e şöyle bir bakın, yığınla örnek göreceksiniz!..
Mesela, bu beldelerde, İslâm medeniyetinin imar ve inşa ettiği eserlerin tam karşısına, estetikten zerre kadar nasip almamış devasa haçlar dikerek, fiili saldırılarının ve katliamlarının yanında semboller üzerinden de savaşı sürdürmeleri ve İslâm medeniyetiyle olan tarihi hesaplaşmalarını asla ihmal etmemeleri, mühim bir gösterge olsa gerektir
Bununla birlikte, işbu gâvurların bombalarla yok etmeye muvaffak olamadıkları ve fakat bizimkilerin (?), bir şirk odağı şeklinde takdim ederek adeta yerden yere vurdukları Türbeler, bid'at suçlamasıyla horlanan minareler ve kubbeler, bu tarihi hesaplaşmada, ‘Tevhid Bayrağının' dalgalandığı bir kale hükmüne geçiyorlardı.
Türbelerin, minarelerin ve kubbelerin, en zorlu zamanlarda nasıl da Müslüman halkların imdadına yetiştiğini, onların İslâm'la olan irtibatlarını göğsünü siper ederek nasıl da muhafaza ettiğini idrakten aciz nadanların, bu değerlerleri hâk ile yeksan etme çabalarına her fırsatta karşı koymak, boynumuzun borcu olsun!..
Nihat Nasır