KÜRT SORUNU-PKK ARKA PLANI VE
İSLÂMİ ÇÖZÜM
ASIL SORUN;
NASYONALİST / MİLLİYETÇİ DEVLETLERDİR.
ÇÖZÜM;
İSLAM ÜMMETİNİ İSLAMİ HAYATTA VE KARDEŞLİKTE BİRLEŞTİRECEK
II. RAŞİDİ HİLAFET DEVLETİNİ KURMAKTIR
1- Giriş
Bu günlerde toplumsal ve siyasal atmosfer tekrar "kürt sorunu", "bölücü terör" söylemleri ile ısıtıldı. Bunun sebebi ise; PKK terör örgütünün son bir ay içinde otuzdan fazla Türk askerini öldürmüş olmasıdır. Bunu bahane ederek T.C. Devleti, Kuzey Irak'a müdahale etmek tehditleri savurmaktadır. Kuzey Irak'taki Kürtlerin liderleri olarak bilinen şahıslar da karşı tehditlerde bulunmaktadırlar. Türkiye'de sokaklar "kahrolsun PKK", "şehidler ölmez, vatan bölünmez" zaman zaman "kahrolsun Amerika" gibi sloganları atan milliyetçi duygularla galeyana gelmiş insanlarla dolup taşmaktadır.
İşte, böylece Türk kamuoyunda ve dünya kamuoyunda Kürt Sorunu diye bir sorun tekrar yer almaya başladı. Bu yazımızda bu sorunu; Kürt Sorununun tanımı, tarihi gelişim süreci, bu sorunun siyasi tarafları ve günümüzdeki siyasi konumu, tespit ve çözüm önerisi başlıkları altında irdelemeye çalışacağız.
2- Kürt Sorunu Nedir?
Kürt Sorununun ne olduğunun tespitine, ne olmadığının tespitinden başlayalım. Kürt Sorunu;
-Bölgenin ekonomik yönden geri kalmışlık sorunu değildir.
-Sadece kültürel kimlik sorunu da değildir.
-Bir terör sorunu da değildir.
Bugün artık Kürt Sorunu, Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Irak'ta yaşayan insanların milli-national kimliklerini yani bir Kürt milleti olduklarını tanıyıp onlara "self determination" (kendi geleceğini tayin) yani egemenlik hakkını vermektir, başka bir deyimle bir Kürt Devleti kurmak sorunudur. Takriben 25-30 milyon Kürdün yaşadığı bölgede bu anlamda bir Kürt sorununun çıkmış olmasının elbette bir çok etkenleri ve arka planı vardır.
3- Tarihi Gelişim Süreci:
a- Türkiye Cumhuriyeti Devleti Öncesi:
16. yüzyılın sonuna kadar Avrupa devletlerinin bir "Şark / Doğu Meselesi" vardı. Bu mesele, İslâm Devleti olan Osmanlı Devleti'ne karşı nasıl ayakta durabiliriz şeklinde idi. 17.nci yüzyılın ortalarından sonra "Şark Meselesi" İslâm Devleti'ne karşı birlik oluşturma çabalarına dönüştü. 18.nci yüzyılda İslâm Devleti'nin açıklarını arama maksadı ile İslâm aleminin dini, dili, kültürel ve etnik yapısını incelemeye yönelik çalışmalara dönüştü. 1789 Fransız ihtilalinden sonra ekonomik ve teknolojik yönden güç kazanan Avrupa devletleri için yeni yeni hammadde ve pazar alanları gerekli oldu. Yani Fransız ihtilali ile ortaya çıkan kapitalizm ideolojisinin yayılma metodu gereği yeni yeni sömürü alanları keşfetmek ihtiyacı ortaya çıktı. Bu bağlamda İslâm Devleti ve hakim olduğu coğrafya alanı onların iştahını kabartmaktaydı. Onlar İslâm alemine bu azgın bakışlarla bakarken İslâm Devleti ve ümmeti İslâm'ı anlamak ve tatbik etmekte gösterdiği zafiyet neticesinde kendisinde var olan ekonomik, askeri, teknolojik ve siyasi üstünlüğünü yavaş yavaş kaybetme sürecine girmişti. İşte bu sürecin hızlandığı 19. yüzyıldan itibaren Avrupa devletleri Osmanlı Devleti'ne "Hasta Adam" gözü ile bakmaya başladılar ve "Şark Meselesi" artık İslâm Devleti'ni nasıl yıkıp ülkesini nasıl parçalar ve paylaşırız şekline dönüştü.
Bu dönemde Fransız ihtilaliyle birlikte kapitalizm ideolojisinin hayata geçmesi beraberinde laiklik, demokrasi, hürriyet, milli kimlik (nationalizm-milliyetçilik), milletlerin kendi geleceklerini tayin hakkı (self determination) gibi fikirler çağdaşlaşma adı altında popüler oldu. Kapitalist devletler sömürü emellerine bu fikirleri etrafa modernlik-çağdaşlık, ilericilik gibi ambalajlarla yaymakla ulaşmaya çalışıyorlardı. Çünkü bu fikirlerin özünde ifsat edicilik, fitne ve bölücülük vardı. İşte bu bağlamda İslâm alemine de bu fasit fikirlerini yaymanın yollarını arıyorlardı. Bilhassa nationalizm yani milliyetçilik ve milli devlet anlayışı, İslâm akidesi gereği ümmet anlayışı etrafında bütünleşmiş İslâm alemini "böl parçala hakim ol" ilkesi doğrultusunda çözmek parçalamak için kullanılmak istenmiştir. Misyonerlik, oryentalizm-şarkiyatçılık yani doğu dilleri ve kültürlerini araştırma, antropoloji, arkeoloji, sosyoloji gibi bazı bilimsel kisvelerle İslâm alemi içinde bu milliyetçilik faaliyetlerine yoğunluk vermişlerdi.
Sömürgeci Batı devletleri İslâm aleminde bu emellerine ulaşmak kastı ile milliyetçilik fikirlerini öncelikle İslâm alemindeki Müslüman olmayan zümreler vasıtası ile yaymaya çalışmışlardı. Araplar içinde Marunileri, Türkler arasında Dönmeleri-Yahudileri, Ermenileri, Rumları ve Şamanistleri kullanmışlardı. Kürtler arasında da Yezidileri ve Süryanileri kullanmışlardı. Ayrıca Batı'da üniversitelerde Türkoloji, Kürtoloji, Arabioloji gibi bölümler açıp güya bilimsel çalışmalar yapmışlar ve buralarda toplanan bilgiler bilimsel verilermiş gibi İslâm alemine o Müslüman olmayan odaklar vasıtası ile taşınmak istenmişti. Bu gayretler Müslüman halklarda taban bulmayınca daha sonra bu küfür fesat fikirlerine İslâmi kılıflar geçirmeye yani hak ile batılı karıştırmaya yönelmişlerdi. Türk-İslâm, Arap-İslâm, Kürt-İslâm gibi sentezlerle bu iğrenç küfür, fesat-fitne hapı içirilmişti. Bir taraftan İslâmi anlayış zafiyeti artarken İslâm ümmetinin hayat iksiri olan İslâm'ı tatbikdeki zaafın artması ile birlikte bünyesine enjekte edilen bu yıkıcı ifsat edici virus etkisin gösterip ümmetin vücudunda kansorejen urların çıkmasına sebep olmuştur. Yani Jöntürkler, İT Partisi (İttihat Terakki Partisi), Arap Gençleri Cemiyeti, Arap Devrimi gibi teşkilatlar oluşmuştur. Çoğu dönmeler ve diğer gayri müslim unsurlardan oluşan Batı hayranı ve işbirlikci İT Partili hainler 1908'de Halife II. Abdulhamid'i devirerek yönetime gelip Türkçü (!) tavırlar ve politikalar sergileyince, Türkçülük ve Arapçılığın taban bulmasında büyük rol almışlardı. Nihayet o hainlerin eliyle Osmanlı Devleti basiretsiz ve beceriksiz politikalar neticesinde girdiği 1. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkarak parçalanma sürecine girmişti. Sevr Anlaşması (10 Ağustos 1920) ile Osmanlı toprakları parçalanıp sömürgeci Batılı devletler arasında paylaşılmıştı. Bu paylaşmanın haritası dahi çizilmişti. Bu haritaya göre anlaşmanın 62-64. Maddelerinde geçtiği gibi Güneydoğu Anadolu'da bir Batılı devletin himayesinde bir Kürt Devleti de öngörülmüştü. Ancak ortada Kürt Devleti isteyen ne bir delege ne de bir halk vardı. Onun için sömürgeci Batılı devletler o zaman Kürt Devleti kurmaya muvaffak olamamışlardı.
Başta İngiltere, Fransa ve İtalya olmak üzere Batılı sömürgeci devletlerin Sevr Anlaşması'yla öngördükleri Kürt Devleti'ni o zamanlarda kuramayışlarının sebebi, o bölgede yaşayan Kürtlerde "Kürtlük kimliği" ve "Kürt Devleti" isteğinin olmayışı idi. Yani millet-ulus ve milli-ulusal devlet anlayışı ve kimliği o bölgedeki halka mal olmamıştı. Zaman zaman bazı Kürt aşiretler Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanmış iseler de bu ayaklanmalar milli kimlik ileri sürerek değil de ya yönetimden gördükleri bir zulme karşı olmuştur ya da yönetimden bir maslahat elde etmek için olmuştur. Kürtçülük için ya da Kürt Devleti isteği ile değil. Hatta Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki isyanlar dahi Kürtçülük esasına binaen değildi. Bazı Kürtçüler, Türkçüler ve Cumhuriyetçiler bu isyanları Kürt kimliği ile yapılan isyanlar olarak gösterme gayretinde olsalar da bu doğru değildir. Sömürgeci Batılı devletlerinin bunca yoğun gayretlerine rağmen bölge insanında ulusal-milli kimlik ve bilinci oluşmamıştı.
b- Cumhuriyet Dönemi:
29 Ekim 1923'de Türkiye Cumhuriyeti Devleti milli ve laik bir esas üzerine kurulduktan sonra artık topluma laik-milli kimlik tepeden aşağıya doğru zorla benimsetilmeye çalışılmıştır. Jakoben yöntemlerle, dayatmalarla toplumu İslâmi kimlikten ve bilinçten uzaklaştırıp Batıdan ithal ettikleri laik milli-ulusal kimliği ve bilincini benimsemeye zorlamışlardır. Bu amaç uğruna binlerce kişi katledilmiş ve zulme maruz bırakılmıştır. Bu coğrafyada yaşayan herkese "Türk" denilmiş ve her yere "ne mutlu Türküm diyene" sloganı yazılmıştır. Doğuda yaşayan Kürtler Türkçe bilmezlerken onlara zorla "ne mutlu Türküm diyene" dedirtilmek istenmiş, diyemeyenler kırbaçlanmış, hapse atılmış, zulme maruz bırakılmıştır. Laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti bölge insanını yani Kürtleri hep horlayıp, aşağılayıp zulüm yapmıştır, hizmet götürmemiştir. Böylece o insanlar sindirilmek istenmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında vukuu bulan Şeyh Said isyanı gibi isyanların çoğunlukla bu bölgeden olması, laik cumhuriyetçileri bölge insanlarına potansiyel düşman ve tehlike olarak bakmalarına sevketmiştir.
Batıdan ithal edilen ulus-devlet kimlikli laik cumhuriyet sisteminin ve yöneticilerinin 50 yılı aşkın bir zamandır o bölge halkına yönelik sergiledikleri o sadist, şovenist, jakoben yöntemleri bölge halkında tepkisel olarak kulaklarına fısıldanılan Kürt kimliğine yönelme eğilimi doğurmuştur. Nitekim Abdullah Öcalan önderliğinde 1976'da Kürdistan Devrimcileri adlı küçük bir örgüt kurulduğunda halk zemini böylesi faaliyetlere kucak açmaya müsait hale gelmişti. Bu küçük grup daha sonra 1978'de partisel örgütlenmeye gidip PKK (Partiye Karkeran Kürdistan) "Kürdistan İşçi Partisi"ni kurmuştur. 1979'da PKK silahlı eyleme geçiyor ve bir milletvekiline silahlı saldırı yaparak ismini duyuruyor. Daha sonra da 15 Ağustos 1984'de geniş çaplı silahlı eylemlerini bilfiil başlatmış oluyordu.
Bu tarihten günümüze kadar PKK ile mücadele neticesinde Türk resmi makamlarınca 1998'de Başbakan'ın ağzından açıklanan rakamlara göre 27630 kişi ölmüştür. Bunların 17872'si PKK'lı terörist, 3832'si asker (196 subay, 363 assubay ve gerisi er), 247 polis, 1218 korucu ve 4454'si sivildir. Bu arada 16203 kişi yaralanmıştır, 5030 kişi kaçırılmıştır. PKK teröristlerinden 611 kişi yaralanmış, 47718 kişi yakalanmış, 2038 kişi teslim olmuştur. Bu süreçteki terörün T.C.'ye maliyeti 100 milyar Dolar olmuştur.
Bu rakamlar şunu ifade ediyor: (17872+611+47718+2038=68239) kişi fiili olarak PKK militanı durumundadır. Buna ilaveten Suriye, Kuzey Irak, İran, Ermenistan, Türkiye ve Avrupa'da takriben 30000 daha militan var ise, PKK fiili olarak takriben 100 bin silahlı eleman bulma imkanı elde etmiş demektir. Bu PKK'nın bölge insanının desteğini aldığını gösterir. Bir silahlı örgüt dışarıdan ne kadar askeri, ekonomik, lojistik destek alırsa alsın halk tabanından destek görmedikçe böylesi bir potansiyele asla erişemez. PKK'nın bölge insanının desteğini kazanması onun başarısı değil, T.C. Devleti'nin yukarıda zikredilen o çağdaş tağuti cahiliyye anlayışla sürdürdüğü politikanın eseridir. Halk o tazyikten kurtuluş yolu ararken önünde Apo gibi bir serseriyi, PKK gibi bir örgütü bulunca ona sahiplendi. PKK'ya ABD'nin ve bölgedeki işbirlikçisi devletlerin yardımı, onun işini kolaylaştırmıştır.
İşte laik-milli kimlikli T.C. Devleti'nin o malum uygulamalarının ve politikalarının oluşturduğu bu ortamda PKK'nın faaliyetleri ile bugünkü anlamda Kürt Sorunu ortaya çıkmıştır.
4- Bu Sorunun Tarafları ve Günümüzdeki Siyasi Konumu:
a- ABD ve Bölgedeki Politikası:
PKK'nın oluşumu ve bugüne kadar gelişiminde ABD'nin rolü gayet açıktır. Buna delalet eden hususlar şunlardır:
- PKK'nın kurucusu Abdullah Öcalan'ın çeşitli bağlantılarla Türkiye'deki Gladyo-Kontrgerilla (ABD'nin Nato kapsamında oluşturduğu yarı legal yarı illegal gizli örgüt) ile bağlantısı vardı. Mesela; dayısının MİT elemanı olduğu biliniyordu. Nitekim bu bağlantıları ortaya çıkarmaya çalışan ve belli mesafeler katettiğini bir gazetedeki köşe yazısında açıklayan bir yazar (Uğur Mumcu) bu açıklamasından hemen sonra öldürüldü. Şimdi "Çeteler" olarak anılan Kontrgerilla'nın devlet içindeki uzantılarının tespit ve tasfiyesi tartışılırken sık sık "Uğur Mumcu cinayeti çözülürse bu iş çözülür" denilmektedir.
- PKK'nın, 1991'den sonra Kuzey Irak ve Türkiye'de konuşlandırılan uluslararası"Çekiç Güç" olarak isimlendirilen askeri güçten fiili destek aldığı resmen tespit edilmiştir. Bu güç %90 oranında Amerikalılardan oluşmaktaydı.
- PKK, 1979'dan itibaren daima ABD'nin bölgedeki işbirlikçisi Suriye ve onun kontrolündeki Lübnan'da eğitim kampları kurup elemanlarını eğitmiştir. Apo da çoğunlukla Şam'da kalmıştır.
- PKK'nın başı Apo'yu yine ABD'nin talebi ile Suriye yönetimi sınır dışı etmiştir.
ABD'nin Kürt sorununa ilgisi Ortadoğu ve Orta Asya politikası gereğidir. ABD'nin öncülüğünde ve desteğinde kurulacak bir Kürt Devleti daima onun mandası/desteği altında kalacaktır. Bu ise ABD'nin bölgedeki nüfuzunu ve petrol geçit bölgelerine hakimiyetini sağlar. ABD, Türkiye'yi kendisine bağlamakta başarısız olunca Irak'ı bölüp kuzeyinde ve Türkiye'yi bölüp güneyinde yani Kürtlerin yoğun olduğu o bölgede bir Kürt Devleti kurma çalışmalarına ağırlık verdi. Türkiye'de PKK oluştu, Kuzey Irak'ta ise Talabani'yi etkileyip kendisine bağlamaya çalıştı. 1991 Körfez Savaşı'ndan sonra ABD Kuzey Irak'ta Kürt Devleti kurma faaliyetlerini artırdı. Ancak Barzani ve Talabani ABD'ye verdikleri sözlerinde durmadılar. Irak ve Türkiye'nin etkisinde kaldılar. Türkiye de PKK'yı bahane ederek sürekli Kuzey Irak'a askeri müdahalede bulundu. Türkiye, Barzani ile ekonomik, askeri, siyasi işbirliğine girince ABD'nin teşebbüsleri şimdiye kadar hep boşa çıktı. Şu bir gerçektir ki, Türkiye geçit vermedikçe Kuzey Irak'ta Kürt Devleti kurulamaz. Bu gerçeği gören ABD Türkiye'nin Kuzey Irak'a müdahale bahanesi olan PKK kartını iptal etmeye ya da dondurmaya yöneldi. Kuzey Irak'a müdahale etmemesi, 17 Eylül 1998'de Washington'da Talabani ve Barzani'ye imzalattığı anlaşma ile başlayan sürece engel olmaması hususunda Türkiye'yi ikna etmeye çalıştı. Bu bağlamda Türkiye'ye Bakü Ceyhan Petrol ve Doğalgaz Boru Hattı Projesi'nde yardımcı olmak, kredi kolaylıkları sağlamak ve Apo'nun iadesinde yardımcı olmak gibi vaatlerde bulundu. Apo iade edildi.
Irak'ın ABD ve İngiltere tarafından 2003'de işgalinden sonra, ABD Ortadoğu Bölgesine hakim olmak projesi kapsamında Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti kurmak faaliyetine yoğunluk verdi. Talabani ve Barzani de onun eteğinden tutunmaya başladılar.
Alt yapısı oluşmuş olan Kürt Devletinin ilanını önlemek için de Türkiye,önce PKK'nın bazı eylemlerine göz yummakta sonra da o eylemleri bahane ederek Kuzey Irak'a askeri müdahale yapmak yönünde kamuoyu oluşturmakta ve bu kamuoyunun rüzgarında diplomasi atakları yapmaktadır.