YEGÂNE RAB VE İLAH ALLAH'TIR !
'Heva' kelime manası olarak nefsin kınanmış kötü isteklerinin toplamı anlamına gelir. İnsanda zaten iyilik ve kötülük gibi iki zıt kutbu içerisinde saklı tutan bir yapıdır. Heva, Kur’an-ı Kerim'de Allah (c.c.)'a karşıt ilah edinmeye konu olmuştur. Bu konu Kur’an'da şöyle geçmektedir ; “Hevasını ilah edineni gördün mü?” (Furkan–43) Günümüzde oldukça yoğunlaşan, Rabbimizi ilahlık makamından kovarak kendisine yer açan, orayı sahiplenen sahte Rabb, işte bu heva’dır. Yani "Ben canımın istediğini yaparım" anlayışıdır. İşte iyiyi sürekli erteme mantığıyla işimize gelene uymaya, her şeye hazcı bir anlayışla yaklaşmamıza sebep olan da bu sahte ilahımızdır. Sahte ilahımız diyorum çünkü Rabbimizin "yap" dediğini bırakıp canımızın istediğini yapıyor olmamız bunun en açık delilidir. Zaten ilah’ın kelime anlamı; 'ısınmak, alışmak, birisine aşırı sevgi ile yönelinen, kulluk edilen, mâbud haline getirilen, alışılan, düşkün olunan' demektir. Kavram olarak ise; 'her şeyden çok sevilen, üstün sayılan' her şeyin ortak adıdır. İşte bu şekliyle Allah’a rağmen önceliklerimiz, tercihlerimiz hangi noktalarda oluyorsa ilahımız da o oluyor demek manasına geliyor. O halde şimdi tek tek ne kadar çok şeyi ilah edinmişiz bunların listesini yapabilir, tanıdığımız, haberdar olduğumuz bu ilahlarımızdan nasıl kurtulacağımızın hesaplarını yapabiliriz. Zaten insan veremediği şeyin kölesi olmuş demektir. Onu yöneten şey aslında kendisi değil hayatından uzaklaştıramadığı her türlü bağımlılık araçlarıdır. Bu araçlar kimi zaman arabamız, bulunduğumuz konum, kimi zaman çocuklarımız ya da evimiz, sürekli biriktirip yığdığımız para, hiç biri değilse canımızın sıkılması, üşengeç ve umursamaz alışkanlıklarımızdır. Yani insan böylelikle canının sıkılmasını, umursamazlıklarını bile ilah edinebilir.
İşte böyle bir hayat yaşıyorken İslami yürüyüşümüze yanlış yön veren başka bir konu ise bize verilen süreli hayatı sürdürürken bazılarımızın bazılarımızı Rabler ediniyor olduğumuz gerçeğidir. “De ki: “Ey ehl-i kitap, sizinle bizim aramızda aynı olan bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; Allah’ı bırakıp da, kimimiz kimimizi rabler de edinmesin.” (Âl-i İmrân, 64) Bu ayette geçen Rabb kelimesinin çoğulu olan "erbâb" lafızları, toplulukların ve milletlerin önder ve rehber edindikleri kimselere işaret etmektedir. İşte bizler bu önderlerin emirlerine uyar, yasaklarından kaçınır ve onların koydukları kural ve kaidelere uyarsak; onların hiç bir delile dayanmaksızın ileri sürdükleri "Şunları yapabilirsiniz" veya "Şunları yapamazsınız" gibi değerlendirmelerini de kabul edersek bu onları Rabler edindiğimiz anlamına gelir. Bizler aramızda konuşurken genel manada Rabb kelimesini bizleri yaratan Allah manasında kullanırız. Halbuki Rabb, Allah’ın kendisi değil O’nun bir sıfatı yani özelliğidir. Rabb, 'kendisine itaat edilecek, emirlerine uyulup, yasaklarından uzak durulacak yegâne güç' anlamına gelir. O halde tapmak kelimesi sadece puta tapmak manasında kullanılan bir kavram değildir. Allah'tan başkalarının sözünü dinlemek, kabullenmek, Allah'tan başkalarına itaat ederek tercihte bulunmak ve islam'ın hükümlerine muhalif bir yaşantıyı seçerek Allah’ın hükümlerine muhalefet etmek, Allah'tan başkalarını Rabb edinmek ve onlara tapmak demektir. Daha anlaşılır bir ifadeyle bir yandan Müslüman olduğumuzu söylerken Allah’ın emir ve yasaklarını görmezden gelmek, böyle bir yaşantıyı erteleyerek çevremizde gördüğümüz birtakım kişilerin yaşam tarzını kabullenmiş olmak, onlarla birlikte hareket edip sözlerine itaat ederek Allah’ın emirlerine muhalif bir yaşantıyı tercih etmek onları Rabler edindiğimiz manasını taşımaktadır. O halde Rabb, terbiye eden, yememize içmemize, dolayısıyla her şeyimize karışan Allah demektir. Allah’ı hayatımıza karıştırmamak, dini vicdanımıza hapsetmek ve bu şekliyle Allah’ın emirleri dışında bir hayatı telkin eden kimselerin yaşayışıyla yol almak Allah’ın Rabb olduğunu kabul etmemektir ki, bu da şirktir. Firavun’un sihirbazları ‘’Biz Musa’nın Rabbine iman ettik’’ dediklerinde ‘’Ben sizin en büyük Rabbiniz değil miyim?’’ demesi "Ben sizi yarattım" manası taşımamaktadır. Yani Firavun burada Allah olduğunu iddia etmiyor. İddia ettiği şey hüküm verme konusudur. Yani o da Allah’ı tanıyor, fakat "Benim hükmüme, benim emir ve yasaklarıma uyacaksınız" diyor.
Günümüzdeki durum da bundan çok farklı değil. Allah’ı Rabb olarak işimize, yönetimimize karıştırmak istemiyoruz. İstiyoruz ki, o hep göklerin Rabbi olsun. Halbuki Rabbimiz hem göklerin, hem de yerin Rabbi, yöneticisi, hüküm koyucusudur. O, Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabb'idir. Doğuların da Rabbi’dir. (Saffat–5) Zaten bu ayetin inmesine sebep olanlar Mekkeli müşriklerdi. Mekkeli müşrikler de tıpkı Firavun gibi Allah’a inanıyor hatta birbirlerine söz verirlerken de "vallahi", "billahi" şeklinde Allah’ın adına söz veriyorlardı. Putlara neden taptıklarını ise bakın nasıl izah ediyorlar; "Uyanık Olun, hâlis olan din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka velî (dost, ilâh)'lar edinenler: 'Biz bunlara, ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz,(derler). Muhakkak Allah, ihtilaf edip durdukları şeyler hakkında aralarında hüküm verecektir. Şüphe yok ki Allah, yalan söyleyen, kâfir olan hiçbir kimseye hidayet vermez."(Zümer–3) Ayette de görüldüğü gibi Allah’ın varlığına inanma ya da inanmamanın müşrikler açısından bir sorun teşkil etmediği anlaşılıyor. Asıl sorun Allah’ın Rabb olarak kabul edilip edilmemesi meselesidir. Yani Mekkeli müşrikler istiyorlar ki, Allah yeryüzündeki işlerimize karışmasın. "Biz halkları kendi çıkarlarımız doğrultusunda beşeri kanunlarla istediğimiz gibi yönetelim. Böylelikle yalnız kendilerinin faydalandığı dünya nimetleri elimizden uçup gitmesin. Kazancımızı fakir halkla paylaşmak zorunda kalmayalım. Zaten Allah’ın sadece gökyüzüne karıştığı, hayatımızda var olmadığı bir din anlayışına hiç kimse ses çıkarmayacaktır." Peki, Peygamberimiz (S) aramızda olsa, bizlere Allah’ın hükümlerini, emir ve yasaklarını uygulama noktasında bir telkinde bulunsa ona ne diyeceğiz? "Ya Resulallah bu konular bizim Allah’la aramızda olan şeylerdir, siz karışmayın lütfen" mi diyeceğiz? Ya da "Bu konuyla Allah’ın ne ilgisi var, lütfen bu işlere Allah’ı karıştırmayalım" mı diyeceğiz? Bunları Mekkeli müşrikler de söylüyordu. Bu yüzden Peygamber bu müşriklerle savaşmak zorunda kaldı. Hatta kendisine teklif edilen liderliği de kesin bir dille reddetti. Ne demişti yapılan bu teklife; ‘’Sizin dininiz size benim dinim bana. Bizlerin yapması gereken de bizlere sunulan mal, makam / mevki gibi dünyaya dair kazanımlardan uzak durarak Peygamberimizin (S) gösterdiği net tavrı sergilemektir.Allah’ı hüküm koyucu (Rabb) olarak kabul etmeyen Müslümanlardan (!) uzak durmalı, onları desteklemekten vazgeçmeliyiz. İsterseniz sözü bir de Mevdudi’ye bırakalım. Firavunlar Allah’ın Rabb olarak kabul edilmesine neden bu kadar karşı çıkıyorlar anlamaya çalışalım. Tabii yine sebepler değişmeyecektir, çünkü ;‘’Firavun ve ailesinin otoritesine bağlı olan ekonomi, siyaset, toplum, din ve o zamanki Mısır'da yürürlükte olan sistemler devletin dinini oluşturuyordu. İşte Firavun böyle bir dinin Musa'nın (S) daveti ve mesajı ile değişmesinden korkuyordu. Fakat o diğer iğrenç liderler gibi, "İktidarı benden almasından korkuyorum, bu amaçla onu öldürmek istiyorum" demeyip daha değişik bir üslup kullanıyordu : "İnsanlar! Onun bana verebileceği bir zarar yok. Olan size olur. Musa'nın (S) hareketi eğer başarılı olursa o zaman dininiz değişir. Ben kendim için değil, sizin için endişeleniyorum. Benim iktidarım sona ererse, siz ne yapacaksınız? Bu yüzden bu zalimin öldürülmesi gerekir. Çünkü o, vatan, millet düşmanıdır." Mevdudi (Kur'an'da Firavun, shf. 218) Dikkat edin sakın sizi siz adına kandırmaya kalkmasınlar. Eğer bu liderler tarafından vatan haini olmakla da itham ediliyorsanız bilin ki, doğru yoldasınız. Doğrusu sizin için endişe eden bu çağın Firavunlarına karşı şüpheyle yaklaşmalısınız.
Peki, neden bu böyle? Biz neden Mevdudi’nin duyduğunu, gördüğünü bir türlü göremiyor bunu idrak edemiyoruz. Çünkü vahyin yaşanabilirliğine mesleki bir bakış açısıyla bakmak gibi yanlış algılamalarımız var. Zannediyoruz ki, islam'ı imamlarımız yaşayacak bizler de arada bir onlara sorular soracağız. Öyle ki, İslam'ı Allah’ın istediği gibi hayatına hakim kılmak isteyen kardeşlerimize yöneltilen ‘’sen de mi hoca oldun’’ tabiri bu çarpık anlayışın bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur’an bütün insanlığa indirilmiştir. Üstelik sadece hocalarımızın anlayacağı şekilde değil herkesin anlayacağı ve sorumlu tutulacağı şekilde indirilmiştir.
‘’Belki ÖĞÜT alırlar diye onu senin dilinle kolaylaştırdık.” (Duhan–58)
‘’ Biz Kuran’dan öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok, mu öğüt alan? (Kamer–17)
Kur’an ayetlerini bizlerin anlayamayacağını ya da kendi dilimizle anlaşılmaz olduğunun söylenmesi Allah’ın sözüyle çelişen bir durumdur. Çünkü Kur'an öğüt alınabilsin diye anlaşılır bir şekilde bizlere ulaştırılmıştır. Üstelik kolaylık açısından da o toplumun kendi dilinde indirilmiştir. Peygamberimiz (S) de diğer ülkelere gönderdiği elçiler vasıtasıyla onları islam'a davet ederken yazmış olduğu mektuplardaki Kur’an ayetlerini onların diline çevirerek göndermiştir.
Allah’ı Rabb olarak kabul etmekle hayatımızda önemli bir tercihte bulunduk. İman ettik ve yalnız Allah için yola koyulmaya söz verdik. O halde O'ndan geldiğimizin ve dönüşümüzün de yalnız O'na olduğunun bilinci içerisinde olmalıyız. Bu bilinç düzeyini canlı tutmak kendi kavramlarımıza sahip çıkarak ve onları kendi yaşantımıza taşımakla mümkündür. Bunu yapmak bizler için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Peygamberimiz asla başkalarının kavramları üzerine bir yaşam felsefesi kurmamıştır. Kur'an kavramlarının uygulanırlığını da yürüdüğü yol üzerinde ispat etmiştir. Çünkü bu din bir antitez değil başlı başına bir tezdir. Dolayısıyla herhangi bir senteze de ihtiyacı yoktur. O halde biz ancak kendi kelimelerimizle konuşursak kendimizi sağlıklı bir biçimde ifade edebiliriz. Aksi halde konuşan biz olmayız. Fransa'da İslami vecibelerini yerine getirmeye çalışan, namaz kılan, oruç tutan, içki içmeyen vs. müslümanlar için kullanılan bir tabir vardır: "musulman pratiquen" ... Yani uygulaması, pratiği olan müslüman. Fransızlar temelde iki tip müslüman olduğunu tespit ediyorlar; ibadet edenler ve sadece adı müslüman olup Avrupalı gibi yaşayanlar. Bu nedenle bunları birbirinden ayırt etmek için "musulman pratiquen" kavramı geliştirilmiş. Avrupalı insan gördüğü şeye bizden daha objektif bir şekilde bakabiliyor. Demek ki, insan içinde olduğu hataları fak etmekte güçlük çekebiliyor. Tabii bu halimiz Kur'an'ı kendi dilimizde okumak zahmetine katlanmamamızdan kaynaklanıyor. Müslümanlar olarak bize yapmamız gerekenlerin bildirildiği kitabı okumamak çok garip bir anlayış olsa gerek. Müslümanlık iddiasında bulunmak ama İslam’ın ne olduğunu bilmemek...
Oysa Kur'an, kendi tabiri ile mezarlarda okunmak için değil ‘’Diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de azab hak olsun.(Yasin–70) diye indirilmiştir. Fakat biz ısrarla Ya-sin suresini ölülülerimize okuyor, kendimiz için okuma, anlama, hayatımıza dönüştürme gereği duymuyoruz. Halbuki bu kitap bir uyarı olmasının yanı sıra hayatta nasıl bir yol üzere yürüyeceğimizin bilgisini veren ilahi bir kitaptır. Duvarlarımıza asılıp öylece bırakılacak bir kitap değildir. (Kur'an) Bazen anneye hitap eder, çocuğunu nasıl yetiştireceğini açıklar, bazen babaya hitap eder, eşine ve çocuğuna nasıl davranması gerektiğini bildirir. Bazen tüccara, bazen askere, bazen yöneticiye, bazen düşküne, yoksula, zengine... hitap eder ve durumlarını açıklar, neler yapmaları gerektiğini bildirir. Böylelikle de bütün bir hayatı kuşatır. Bireysel ve toplumsal yönleriyle, düşünce ve uygulamalarıyla, inanç ve hayat tarzıyla bütün bir hayatın genel çerçevesini çizer. Dosdoğru bir inanç ve hayat tarzının esaslarını hiçbir açık nokta bırakmadan, hiçbir çelişkiye neden olmadan, hiçbir tereddüt veya sıkıntıya sevk etmeden en mükemmel tarzıyla açıklar. İnsana, hayatının bütün aşamalarında yol gösteren fonksiyonunu en mükemmel tarzıyla yerine getirir. Celalettin Vatandaş (Kur'an ve Hayat, shf. 113) Eğer tıpkı Peygamberimizin dediği gibi Kur'an-ı okumaz isek inandığımız gibi yaşamaktan kaçınarak yaşadığımız gibi inanmaya, yaptığımız yanlışları doğru olarak görmeye başlarız. Kur'an-ı doğru okumaya başladığımızda bizler için gereken yol azığının orada varolduğunu göreceğiz. Hatta bizlerle aynı hatalar üzerinde ısrar eden toplumların nasıl ve neden helak edildikleri bilgisine de sahip olacağız. Unutmamalıdır ki, her insan kendi yaşadığı çevre ve zaman dilimi ile kendi kapasitesi ve konumu ile imtihandadır!
Böylelikle İlah ve Rabb kavramlarını yüzeysel de olsa tanımış olduk. Belki de bunlar zaman içerisinde unutulmaya yüz tutan ya da farklı manalar yüklenmeye çalışılan kavramlardı. Bu vesile ile bizler de yeniden bu kavramları hatırlamış olduk. Nasıl düşünürsek düşünelim, nasıl bir hayatı kendimize yol azığı yaparsak yapalım bizden sonra da bu kavramlara doğru şekilde tutunup yol alan kardeşlerimiz olacaktır. Bizlerin hayatında olumsuz değişiklikler meydana gelse de, inandığı gibi değil yaşadığı gibi inanan insanlar olup çıksak da Kur'an'ın ilahi söylemi dünyanın sonuna kadar geçerli olacaktır. Ve o vahye tutunup kurtuluşa doğru yol alan, arkalarında şahidler, taşıyıcılar bırakacak muvahhidler de her zaman var olacaklar.
Selam ve dua ile…
Hikmet ERTÜRK