"İslâm garip başladı, yine garip dönecek." diyen Resul (sav), Hira'da Nebîlik ile müjdelendikten sonra, oradan ayrılırken yalnız ve toplumun her şeyine karşı yabancıydı.
Omuzlarını çökertecek sorumluluğu da alınca, kavmi ile arasında kanların oluk oluk akacağı bir dönem, bir savaş dönemi başladı. O, kalbi taştan daha katı olan kavmi karşısında yalnızdı. Sırtını dayanacağı rabbisinden başka hiç kimse yoktu. O, yardımcıların en hayırlısı idi ama, Allah'ın (cc) nusretinden hikmeti, insanların Resullerine güçlerinin yettiği yere kadar yardımla ilahi nusrete bir mukaddimede bulunmalarını ister.
Asırlar hep böyle geçti. Sünnetullah hiç değişmedi. Nebiler öldürüldü ama, dizleri üzerinde doğrulup "Devam için yardım" diyen bir topluluk oluşmadan Allah nusret vermedi. Bu uğurda peygamberler Rablerinin dinini hayatta hakim kılmadan öldürülecek dahi olsa, sünnetullahda bir değişiklik olmayacaktı. Allah'tan nusreti; davası için çile çekmiş, bu uğurda ızdırap görmüş ve böylece Allah'ın nusretinin önüne bir mukaddime koyan insanlar için gelecektir. işte Allah, insanlardan bunu istiyor.
Resulullah (sav) Taif'te taşlanacak, İslam için yaptığı savaşta dişi kırılacak, yanağı yırtılacak, kafası ümmetinin problemleriyle zonklayacak, hakaretlere maruz kalacak, üzülecek, hüzünlenecek, o, daha nice mihnetlere maruz kalacaktı. işte Allah’u Teâlâ bu ortama pek müdahale etmeyecekti, sünnetinin bir gereği olarak.
İslâm nuru, tek tek bazı kişilerin gönüllerini aydınlatmış, bir kaç eve aydınlıklar getirmiş ve böylece de dert devri, çile devri başlamıştı. Tarihin utançla taşıyacağı bir şeydir ki, nerede hak ve hakikati söyleyip diyen bir mü'min varsa, işkencenin, azabın, çilenin, göz yaşının ve nihayet kanın da orada olduğu bir vakıadır.
Zulüm hiç dinmedi, zulüm hiç merhamet etmedi. Garip dinin garipleri hep ağladı, susmadı iniltileri. Yüreksizler ise hep güldü, kahkahaları kulakları tırmaladı ve şeytan taht kurdu avanelerinin gönül ve kafalarında.
Ağlıyordu Mekke sokakları, feryatlar yükseliyordu Mekke sokaklarında. Gün aşırı haber geliyordu Resule, öldürülen sahabelerin. Şeytanlaşmış insanlar çökmüştü, gariplerin başına. "Lat, Uzza" diyorlardı, menatlarını gösteriyorlardı kıblelerinde. Allah'ın indinde sineğin kanadı kadar bir değeri olmayan müşriklerin ayağı altında, Allah'tan haşyet eden mübarek yüzlerin ezilip tozlanırken, vefasızlar taşı gösteriyor "ilâhımız budur" diyorlardı. Ama ızdırabı şerbet diye yudumlayan Bilâller "Ehad, ehad" sözcüklerini dikiyorlardı onların işkencelerinin önüne. Kırbaçla, güneş altında susuz, bitkin kalmış köleye vurmaktan nefeslerini tüketen yüreksizlere hiç tükenmemişti, o minicik bünyesiyle gözleri dolan annelerimizin tevhid sözcükleri.
Kırbaçlar iniyordu, onlar "Allah" diyor-lardı. Vefasızlar "Lat" diyorlardı, garipler "illallah" diyorlardı. Bir dönemdi Mekke, tarihin utanç sayfalarında, kanla yazılmış.
Meydanlar "Rabbim Allah'tır" diyenlerin dövüldüğü yerdi. Gerçeği, hakikati aramak ve yaşamakla geçen ve kavminin "Elemin" dedikleri Nebî (as.), kavmine karşı Rabbisinin biricik hakikatini tebliğ ediyor ve zulme uğruyordu. Servetlerini ümmeti için tüketen, onların mutluluğu için rahatını unutan, geceleri ümmeti için kafa yoran Allah'ın Nebisine, kadir bilmez kavmi dudaklarından fırlattıkları tükürükleriyle mukabelede bulunuyorlardı. Yüzüne gülümseyen yüzlerce hasret, kavmi tarafından terk edilmiş, dışlanmış, açlığa terk edilmiş, kainatın efendisi iken fakir yaşayan sevgili Peygamberimiz kendisine ricada bulunup davasından dönmesini ve kendisini kavmiyle karşı karşıya getirmemesini söyleyen amcası Ebu Talibe, gözleri yaşla dolarak şöyle diyordu : "Ey amcam, güneşi sağıma, ayı da soluma koysalar, bu davadan vazgeçmem. Ya bu uğurda ölürüm ya da Allah beni muzaffer eder."
Rabbisinin yanında en büyük makama ve nimete layık iken, insanların yanında namaz kılacak bir Kabe gölgesine bile sahip bırakılmayan Allah'ın Resulü, Mekke civarında uzaklarda namaz kılıyor, Rabbisine uzanan ellerine göz yaşları damlıyordu. Peygamber ağlıyordu, ağlıyordu gülmeye tek layık olan ve ağlıyordu ümmetine çok düşkün rauf ve rahim olan Muhammed (sav).
Çalgıların eşliğinde dans eden, kadınlara kadeh sallarken kahkahalar çatlatan Ebu Cehil, saltanatının zevkinde kendisinden geçerken, dışarıda Müslümanların feryatları yükseliyordu yanık yanık gökyüzüne, Ammar feryat ediyordu. Yavrularının feryadına inen kırbaçlardan imkan bulamayan anne Sümmeye hatun ve baba Yaser'in yürekleri parçalanıyordu. Diğer tarafta mustazaf kölelere kamçılar helezonlar çiziyordu, onlar "Allah" diyordu. Merhametsiz kamçılar ise "Allah" seslerinin arkasından iniyordu, iniyordu, iniyordu.
Müşrikler, Müslümanları dışlamışlar, ilişkilerini kesmiştiler. Onlara ambargo koymuştular. Kız alıp vermiyorlardı, sıla yapmıyorlardı. Hiç bir şeyi satmıyorlar ve onlara rahat yüzü göstermiyorlardı. Müslümanlar namazlarını açıktan kılamıyor, gözden uzak yerlerde ancak eda edebiliyorlardı. Müslümanlara korkunç bir takip başlamış, İslâm’ını gizleyenleri ortaya çıkartmaya çalışıyor ve inancından dönünceye kadar işkence ediyorlardı.
Eşi Hatice ve amcası Ebu Talibin ölmesi ve bitmeyen işkencelerle üzüntüsü kat kat artmış peygamberle beraber ashabı kiram, büyük meşakkatler altında sıkıntı çekiyorlardı. Yorgundular, bitkindiler, mutsuz ama umutsuz değildiler. Allah muhakkak yardım edecekti.
Ve bir gün, Allah'ın Resulü duasında "Allah'ım, iki Ömer'den birisi..." demişti.
Kan, zulüm, işkence altında Rableri karşısında imtihan gören mü'minlerin bu sıkıntılara maruz kaldığı bir anda, Safa tepesinde, Dârul Erkam'da, Nebî (sav)'in önünde tir tir titreyen, yüreğinin derinliklerinde coşan bir inancın ifadesini diyerek dile getiren, bir yiğit; İslam olmasıyla birlikte, Müslümanların bu zayıflığına güç katmış, Müslümanlar kuvvetlenmiştiler. Bu yiğit, adaletiyle dünyaya nam salacak olan, Resulullah'ın halifesi, mü'minlerin emiri, büyük insan Ömer (ra)'di. Onun gelmesiyle Müslümanların beli doğrulmuş ve ilk kez Kâbe'de toplu namaz kılınmış ve insanlar inkârcılara karşı vücut gösterebilmişlerdi.
Yıkılmaktan gözü yılmış akranlarından yüz bulamayıp da, Ukuz panayırında bulduğu develerle güreşip onları yere deviren dizleri üzerinde dikildiği zaman ancak normal bir insan boyunda olan genç Ömer, Müslüman olduktan sonra insanların yüzü gülmüş, İslam’ın gönüllere ulaşması kolaylaşmış, göz yaşları az de olsa dinmiş, küfrün gücü bir kez daha kırılmıştı.
Ömer (ra), Müslüman oluşuyla insanların gönüllerine su serpmiş, onları bir daha coşturmuş, umutlarına umut katmış, yüreklendirmiş, sevindirmiş ve işkencelerin ortasında inleyen bu insanlara "Ben de sizinleyim" demekle, onlara moral vermiş ve onları sevindirmiştir. Onun Rabbisi karşısındaki mükafat ve nimetini biz tahayyül edemeyiz.
Tam zamanında iman etmiş, Allah (cc) tam zamanında göndermişti onu.
İnananların davalarında zayıf çırpınışlarına yapılan yardımların Cennet olduğunu, Resulullah (sav) beyan buyurmaktadır. O (sav) bir çok kavimleri dolaşmış ve davasının hakim kılınmasında kendisine yardım edinilir, sırt dayanılırsa, kendilerine karşılık olarak Rablerinin Cenneti vereceğini söylüyor ve bunun için de her kavme gidiyor, hiç birisinin kabul etmeyip kovmaları üzerine Taif'e gidiyor, "Cennet karşılığı bana yardım eder misiniz?" diyordu. Avama vefasızlar, kadir bilmez zalimler onun ayaklarını taşla kanatıyorlardı.
Allah şerefli bir peygamber göndermiş, dolaşıyordu o kavminin arasında, "Haydi deyin, size Allah'ın Cennetini müjdeleyeyim." diyordu. Yalnızdı, güçsüzdü, üzgündü.
Resulün kavmi arasında atılan tükürük ve küfürlere rağmen, Rabbisinin ayetlerini okuyup da "Kavmim, Rabbiniz birdir ve ben Onun Resulüyüm. Bana iman edin." deseydi siz, Resulün zamanında olsaydınız ve bu sözünü duysaydınız, ona yardıma koşmaz mıydınız? "Ben varım" diyen Ömer (ra)'ın sesinin arkasından "Ben de Ya Resulullah" demez miydiniz? Sevdiğiniz Resulün önüne vücudunuzu atıp da müşriklere "Haydi gelin, artık Resulullah yalnız değil, biz varız. Çiğneniriz ama çiğnetmeyiz gönüllerimizin sultanını" demez miydiniz? inkârcıların putlarını yücelttiği bir ortamda "Allah’u ekber" diye haykırmaz mıydınız, asrın Firavun ve Karunlarına.
Ve işte Müslüman kardeşim sen, bir Ömer'in gelişiyle gelmek istemez misin? Yetmiş senedir ezilen, sövülen, dövülen, tecavüz edilen, öldürülen şu Müslümanların, Resulleri gibi hayatını ortaya koyup dini hayata hakim kılmak için çalışan Nebimiz gibi, aynı yolda yürürken, Müslümanların şu yürüyüşüne güç katıp "Kardeşlerim üzülmeyin, gevşemeyin, korkmayın, yürüyün yiğitlerim, yalnız değilsiniz, sizleri seven ve kollayan, çiğnenmeden çiğnetmeyeceklerin torunları biz Ömerler hala yaşıyoruz, ölmedik, dönmedik davadan. Şeytanın Ebu Cehilleri varsa, Allah'ın aslanları biz varız. Yürüyün, korkmayın ve haydi" deyin ve haykırın "Allah’u ekber" diye..
Ve siz ey Müslümanlar, yeniden bir daha kükreyip dünyanın dört bir tarafında annelerimizin, bacılarımızın iffetlerine el uzatıp tecavüz edenlere, Filistin'de kol kıran Yahudi melunlarına, Bosna'da, Çeçenistan'da, Mısır'da, Lübnan'da, Türkiye'de ve seslerinin gökyüzüne yükseldiği her yerde Müslümanlara yapılan zulümlere "dur" diyecek, Allah'ın karşılığında ebedî Cennetler hazır ettiği, Peygamberin devleti olan Raşidi Hilâfet Devleti'ni kurmaya, Resulullah'ın bu emanetinin bir ucundan tutmaya, Ömer'in gelişiyle gelmek istemez misiniz?
Şükürler olsun Allah'a ki, artık Ömerlerin ayak sesleri duyuluyor. Aliler ata binecek, Hamza’lar kılıç kullanacak yaşa geldiler. Arttı, çoğaldı Ebu Zer’ler, Sa'd b. Ebi Vakkas’lar, Mus'ab’lar, Zeyd’ler.. Geliyor ayak sesleri küffarın kulaklarını çınlatarak, geliyor Ömerler, geliyor. Resulullah'ın yiğitleri, yükseliyor tekbir, yırtarak gökyüzünü.
Ve siz, hasretle katılmasını beklediğimiz kardeşlerimiz. Yüreklerinizin uyanacağı, yürüyen ve şu yiğitlerin arkasına katılıp "Allah'a giden yolda, yardımcılarınız olarak ben de varım" diyeceğiniz zaman gelmedi mi?
Ömer'in gelişiyle gelmek istemez misiniz?
Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun...